Lozan’ın ve Mübâdele Mukavele-nâmesi’nin 98. Yılında:
Aile Tarihimizi Biliyor muyuz?
Toplumsal Değişim ve Göç…
Efdal Sevinçli
“Her şey değişir hiçbir şey yok olmaz.” Ovidus
Dünyamızda toplumsal değişimin en önemli belirleyici gücü, GÖÇ olgusudur. Binlerce yıldır yaşamın, coğrafyanın zorlamalarıyla, toplumsal düzenin dayatmalarıyla sürekli göç ediyoruz, göç etmeye de devam edeceğiz. Bugün, göç olgusu, bir kuram olarak “Göç Sosyolojisi”[1] başlığıyla, dünyamızda en çok araştırılan, değerlendirilen bir bilgi dalıdır. Osmanlı’dan günümüze yaşadığımız siyasal, toplumsal gerçekler, ülkemizin nüfus yapısını, ekonomik yapısını, kültürel yapısını göçlerle, göçmenlerle yeniden belirlerken yeni göçlerin ve göçmenlerin hem ülkemizde hem de yeryüzünde bitmeyeceğini yaşayarak görüyoruz.
Bugün, Anadolu bizim yurdumuz… Binyıllardır bu topraklarda yaşayan toplulukların / dillerin / ulusların tarihine ilişkin burada sizlerle bir bilgi paylaşımı ya da yoklaması yapmayacağım/z. Yine de Anadolu’yu anayurt bellemiş yüzlerce dili konuşan toplulukların, ulusların, devletlerin içinde Türklerin ve Türkçe’nin, Malazgirt Savaşı’yla (1071) Anadolu’da egemenlik kurduğunu hepimiz biliyoruz.
Dilbilim açısından “gerçek anayurdumuzun dilimiz olduğunu” unutmadan insanoğlu hangi toprak parçasında yaşarsa yaşasın, o topraklara kimlik veren, kişilik veren gücün konuştuğumuz dil olduğunu biliyoruz. Bu bütün diller için de doğru bir tanımdır. Anadolu’da Türkçe’nin egemenliği, devlet dili Farsça olsa da Selçuklular döneminde başlar. Unutmayalım, İran topraklarında, Büyük Selçuklu’da devlet dili Türkçe olurken temel kültür Pers kültürüydü. Hint-Avrupa dil ailesinin akrabası birçok halk bu bölgede yaşıyor, birçok dil de bu bölgede konuşuluyordu. Büyük Selçuklu devleti yıkılırken Anadolu beylikleri de Türkçe’nin egemenliğini yaşadığımız bu topraklarda hızlandırıyordu. Osmanlı Beyliği, bir devlet kimliğinden II. Murad ve oğlu Fatih Sultan Mehmet ile bir imparatorluğa dönüşürken Türkçe’nin yaygınlaşmasında izlenen yol da değişti.
Burada küçük bir anımsatma: Dünyadaki hemen bütün diller / dil adları siyasal içerik taşırlar. Ancak siyasal bir iktidarla, güçle bütünleştikçe diller gelişirler, anlam kazanırlar, varsıllaşırlar. Hele bir de imparatorluk dili olurlarsa etkinlikleri çoğalır. Dilbilimde, "bir dil / bir ağız, bir orduya sahip olunca yazı dili olur, orduya sahip olmayan diller / ağızlar ise daha çok sözel nitelikleriyle yaşarlar, ağız olarak kalırlar!" görüşü bugün tartışılsa da bu tanım, bizlere, yazı dili ile devlet arasındaki bağlantının önemini gösterir, değerini vurgular.
Anadolu’ya göçle gelen Türkler; gerçekte binlerce yıldır bu topraklarda egemen olanların yaptıklarını hem Anadolu’da hem de Avrupa topraklarında yaptılar, dillerini egemen kılmaya çalıştılar. Anadolu’da binlerce yıldır yaşayan, egemen kültürlere göre dilleri ve kimlikleri değişen, dönüşen toplulukların büyük çoğunluğu, 100-150 yıl içinde, Anadolu’da, Rumeli’de kaçınılmaz olarak bu kez de Türklerin / Türkçe’nin şemsiyesi altında yaşadıkları “asimilasyon” ile (kendine benzetmeye zorlayıp içine alıp eritmek, özümsemek) bir kez daha dönüştüler. Sonuçta kendi dillerini unuttular, egemenin dilini, Türkçe’yi konuşur oldular. Tarihsel bilgilerinizi yoklarsanız Anadolu’da onlarca devletin ve dilin, bugün sadece kimilerinin adlarını biliyoruz. Bu topluluklar, bu diller nereye gittiler dersiniz? Yoksa bu dilleri konuşanların hemen hepsi öldürüldüler mi? Bu söylediklerim salt Anadolu için geçerli değil. Elbette egemenliği altına aldığınız topluluklara dilinizi egemen kılamazsanız, evet, vergi alırsınız ancak nice yıl geçse de onları kimliğiniz içinde eritemezsiniz…
Anadolu’dan Rumeli’ye göçürülen, yerleştirilen, Türklerle Türkçe’nin göçü de hız kazanır. Rumeli’den Balkanlara, Sırbistan’dan Macaristan’a vb. genişleyen Türkçe’nin ve Türklerin göçü Karlofça Antlaş-masına (26 Ocak 1699) değin pek aksamadan sürer. Egemenlikleri altına aldıkları topraklarda Türkçe’nin egemenliği sağlanmaya çalışılırken konuşulan ana dillere Osmanlı pek dokunmaz, devşirme yöntemiyle oluşturulan Osmanlı ordusu yeni bir düzen kazanırken yeni askerler Türkçeyle yaşarlar…
Sözün kısası, burada anlatmaya çalıştıklarım dünyayı değiştiren göç gerçeğinin bir yansıması, bir özetin özeti. Sonuçta somut bir gerçek var: biz Türkler, dünyada en çok göç eden toplulukların, en çok da abece değiştiren soyların başında geliyoruz. Elbette bizleri izleyen, göç eden başka soylar, soplar da var…
Mübadele ile Biçimlenen Aile Tarihimiz ve
Mübadiller Kenti Turgutlu…
Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılış süreciyle birlikte XVIII. , XIX. ve XX. Yüzyılda, Anadolu’ya, geriye dönük yoğun göçler yaşadık. Bugün de ülkemizde, ailemin yaşadıkları göçler sonrasında yaşam kentimiz olan Turgutlu’da en somut biçimde göçler yaşandı, yaşanıyor, yaşanmaya da devam edecek.
Çocukluk günlerimin Yedieylül Mahallesi Gürleyen Sokağı’nı düşünüyorum. Sokağımız, tam bir “mübadiller, göçmenler” sokağıydı. Boşnakça, Rumca, Arnavutça konuşmalar duymak çok doğaldı. Çünkü yaşlı komşularımızın hemen hiç birisi Türkçe bilmiyorlardı. Kısa bir süre sonra, İzmir’de, Karşıyaka / Şemikler’de geçen lise yıllarımda da yine çevremizde Türkçe bilmeyen Makedonyalı, Bosnalı, Bulgaristanlı, Pomak vb. kökenli, sabahın seherinde banliyö trenleriyle, tütün, pamuk, üzüm, incir, kumaş vb. fabrikalarına yetişmeye çalışan, aralarında yavaş seslerle kendi dillerini konuşan “göçmen” komşularımızı tanıdım.
Yıllar önce, bir sohbet sırasında, babaanneme, “Biz de göçmeniz değil mi” diye sorunca kızarak verdiği yanıt, bugün yeniden belleğimde canlanıyor: ”Te be kızanım biz göçmen değiliz, mübadiliz. Bizi Mustafa Kemal Anadol’a getirdi.” Babaannemin bu yanıtıyla, sözcüklerin, adların kimliğimizi yarattığını bir kez daha anımsıyorum.
Aradan yine yıllar geçti, görünüşte bugün, Turgutlu, İzmir vb. kentlerin sokaklarında Türkçe egemen görünüyor. Ancak çevremizi dikkatle incelediğimizde, ülkemizin / kentlerimizin sokaklarında, İzmir’de Arapça konuşan Suriyelilerin, Libyalıların, Cezayirlilerin yanında Fransızca konuşan Senegallilerin, Nijeryalıların, Togoluların, Kamerunluların, Kenyalıların dışında dillerini bile bilmediğimiz, anlamadığımız yeni “göçmenlerle”, “kendine sürgünlerle” birlikte yaşıyoruz. Bugün ülkemizde ucuz işçi olarak çalıştırdığımız, emeklerini sömürdüğümüz bu “insancıkların” dramlarını sizler de biliyorsunuz! Unutmayalım, dedelerimiz de ninelerimiz de aynı koşullarda, aynı acıları çok yaşadılar!
Toplumbilimciler, siyasetbilimciler, tarihçiler, göç olgusunu, sorunlarını, çözüm yollarını tartışa dursunlar[2], ben bir başka olguya / gerçeğe dikkatinizi çekmek istiyorum. Son yıllarda tarihsel araştırmalarda, “Aile Tarihi” araştırmaları, yeni bir bilgi dalı olarak çok ilgi görüyor! Hemen herkes ailesinin geçmişini, soyunu sopunu öğrenmek istiyor. Ancak istenen düzeyde aile tarihi araştırması da yapılmıyor. Bu o denli de kolay değil! Muhacirlerin / mübadillerin / göçmenlerin yaşadıkları savaş koşulları, benzersiz sıkıntılar, acılar yanında Anadolu’ya gelen atalarımızın büyük çoğunluğunun eğitim ve öğretim düzeylerinin yetersizliği, düşüklüğü, bugün aile tarihi bilgilerine ulaşmadaki en büyük engeli oluşturuyor.[3]
Eğitimi, öğretimi yüksek Batı toplumlarında, aile bilgilerinin oluşturulması, nüfus kayıtla-rının, yazılı belgelerin korunup saklanması, birçok ailenin yüzyıllar öncesine uzanan soyağaçlarını / şecerelerini övünçle göstermeleri, bugün bizleri şaşkına çeviriyor! Acıdır, Anadolu’ya gelen atalarımızın büyük çoğunluğunun ellerinde ne bir kimlik bilgisi, ne de mal mülk belgesi yoktu! Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanış sürecinde yaşanan kargaşa ortamındaki can pazarında, bunları düşünen çok az muhacir / kaçgun / mübadil / göçmen var !.. Elbette Osmanlı’daki / Türkiye’deki göç dalgalarının daha çok dinsel inanış temelli olduğu da bir gerçek: Kurtuluş Savaşı’nın hemen ardından, 30 Ocak 1923’de imzalanan “Mübâdele Mukavele-nâmesi”yle / Değişim Sözleşmesiyle 400.000 civarında müslümanın Anadolu’ya; 1.200.000 hıristiyanın da Yunanistan’a göçü [muhaceret / muhacir / mübadele / mübadil] gerçekleşti.[4]
24 Temmuz 1923’de imzalanan Lozan Antlaşmasıyla da Kurtuluş Savaşı zaferimiz kabul ediliyor, Ankara Hükümeti tanınıyor ve I. Dünya Savaşı’nın bitişi de onaylanıyordu!.. Yunanlıların “Megali-o-İdea / Büyük Hayalleri” sonrasında yaşadıkları “Büyük Felâket-Megali-o-Katastrofi / Küçük Asya Felâketini”, Anadolu’ya geri dönüş rüyalarının, zorunlu sürgünlük acılarının sonuçlarını “suyun öte yakasında” merak edenler, bu öyküleri anlatılarda kolayca bulurlar!
Balkanlarda, Rumeli’de, Yunanistan’da, Ege adalarında yaşayan müslüman inanışlı Türkle-rin yanında hemen hiç Türkçe bilmeyen, müslüman inanışlı, Boşnakların, Arnavutların, Giritlilerin, Pomakların vb. Anadolu’ya gelişlerini, buralarda yaşadıkları sıkıntıları, “macır götü cırcır” vb. aşağılanmalarını unutmadan, benzer biçimde Anadolu’dan Yunanistan’a gönderilenlerin / göçenlerin / mübadil olan Anadolu Rumlarıyla Ortodoks inanışlı, Türkçe konuşan, Türk kökenlilerin de benzer sıkıntıları yaşadıklarını, yıllar yılı “Türk dölü” olarak aşağılandıklarını biliyoruz.
Bu arada anımsatmakta yarar görüyorum, Anadolu’dan Yunanistan’a giden Rumların, günümüzde de yineledikleri bir övünçleri vardır: “Yunanistan’a sanatı, ustalığı, bilgiyi, beceriyi, biz öğrettik.” Yunanistan’da yapılan birçok sözlü tarih çalışmasında, araştırmada bu övünç dile getirilir. Bu övüncün bizim açımızdan pek değeri yoktur! El sanatlarından ustalık gerektiren mesleklerde bizler çok sıkıntılar yaşadık!...
Anadolu’yu işgale kalkışan, Kurtuluş Savaşımız sonrasında yaşadıkları ekonomik ve siyasal sıkıntılara, bunalımlara karşın Yunanistan hükümeti, Anadolu’dan gelen, “yediden yetmişe” bütün göçmenlerle çok önemli bir araştırmayı, sözlü tarih çalışmasını gerçekleştirmiştir. “Sen kimsin, nesin” sorularıyla başlayan, kişinin özelliklerini, yeteneklerini, becerilerini, eğitim, öğretim düzeylerini, bütün bilgi birikimlerini vb. sorgulayan, bunları yazıya aktararak belge-leyen görüşmeler yaptılar! Biz böylesi bir araştırmayı yapamadık. İnsan gücünü tanımak, onları bilgilerine, becerilerine göre değerlendirip onlardan yararlanmak açısından bu araştırma çok önemliydi. Evet, küçük ölçekli çalışmalar yapılsa da Anadolu’ya gelen ve geniş bir coğrafyaya yerleştirilmeye çalışılan 400.000 insanla söyleşip onları değerlendirecek, eğitimli, yetişmiş insanımızın da olmadığını belirtmek isterim.[5]
İşte bizler, Osmanlı İmparatorluğu’nun 300 yılı aşan parçalanma sürecinde, Karlofça’dan (26 Ocak 1699) Lozan’a (24 Temmuz 1923) ve Cumhuriyet döneminde yapılan antlaşmalarla, yurt bellediğimiz Anadolu’nun yüzlerce kentinde yaşayan muhacirler, mübadiller arasından bugünün Sevinçli Ailesi olarak daha dün Resmo’daydık, Kandiye’deydık, İzmir’deydik, Bingazi’deydik, Trablusşam’daydık, Antalya’daydık, Ağustos’taydık, Karaferye’deydik, Selanik’teydik, yine İzmir’deydik, Karaburun’daydık, memleketimiz bildiğimiz Turgutlu’-daydık. Bugün de İzmir’deyiz.[6] Elbette bu antlaşmaların dışında binlerce ailenin de Anadolu’ya kaçak yollarla, ”kaçgun” olarak geldiğini hepimiz biliyoruz!.. Osmanlı’nın geniş sınırları içinde yaşanan iç göçleri de düşünürsek Anadolu’da yaşanan alt üst oluşun boyutlarını anlatmak, bir büyük serüvenin peşine takılmak demek!…
Anadolu’da bugün, hangi ili, ilçeyi, kasabayı “muhaceret / mübadele / göç” olgusu yönüyle incelesek, hemen her yerde, “muhacir / mübadil / göçmen” buluruz. Yüzyıllar öncesinden gelenler yanında daha dün Anadolu’ya gelip yerleşenler ya da buradan düşlerindeki ülkelere gitmek için Anadolu’yu geçiş yolu olarak kullanan binlercesi, yurdundan, toprağından kopmuş insan evladı karşımıza çıkıyor…Göç bitmeyecek, insanoğlu huzur bulacağı, mutlu olacağı yerlere, dahası bir ütopyaya doğru gitmeye devam ediyor, bu gidişle de devam edecek !…
Aile Tarihimizi Araştırmak
Az önce de biraz açıklamaya çalıştım. Okuma yazması olmayan, eğitimsiz atalarımızın kimlik bilgileri, bugün birer öykü olarak torunlarının dilinde dolaşıyor. Peki, biraz olsun gerçek bilgiye ulaşma olanağımız yok mu? Bugün, böyle bir olanağımız var... Nüfus kayıtlarımız elimizde… Görünüşte devletimiz soyağaçlarımızı bize veriyor… Yeterli mi? Elbette hayır!
Şimdi bu konuya “Aile tarihimize” duyduğum ilgiyi öğrencilerime yansıtan, dahası onları tetikleyecek bir uygulamamı sizlere aktarırken aile tarihimize ilişkin bilgileri de anlatmaya çalışacağım. Yıllardır çalıştığım fakültelerde, öğretim yıllarının başlarında, öğrencilerimle tanıştığım, özellikle yazarlık öğretimine ilişkin ilk derslerimde, kendimi tanıttıktan sonra, genç arkadaşlarıma, “dedenizi / nenenizi tanıyor musunuz?” sorusunu soruyordum. Bu sorumun yanıtını hemen hepsi kolayca verirler. Ancak “dedenin / nenenin annesini, babasını tanıyor musun?” sorusuna geçince sınıf bir dalgalanır, büyük bir çoğunluk, bilmediğini söylerken yüzlerindeki ışık kaybolur. Ben inatla, “dedelerinin / nenelerinin dedelerini / nenelerini” tanıyan var mı diye sorunca sınıfta tepkiler farklı bir duygunun aktarımına dönüşürdü…
Bugün, ellerinde belgeleri olan, aile tarihlerini yüzyıllar öncesine değin bilen, yüzlerce ailenin olduğunu da unutmadan[7] şimdi bu soruları sizlere, yöneltsem, ne yanıtlar verirdiniz acaba? Gerçekte ben de öğrencilerim gibi, sizler gibi ailemin geçmişini, atalarımı hemen hiç tanımıyordum!
Benzer soruları aile bireylerime de sordum. Çünkü hem babamın, hem de annemin ailesi “suyun öte yanından” gelen, tümü okuma yazma bilmeyen mübadillerdi. Yerliler olsun mübadiller, muhacirler, göçmenler olsun, ülkemizde bu toplulukların bireylerine yönelik sözlü tarih çalışmaları, uzun yıllar boyunca hemen hiç yapılmadı. Son yıllarda, toplumbilimciler ve tarih araştırmacıları sözlü tarih çalışmalarına hız verdiler. Bu çalışmalar, yöntembilim araştırmalarından aile tarihi araştırmalarına hızla yöneldikçe, yerel tarihçilerimiz çoğaltacak, ailelerinin tarihlerine ilişkin bilgileri arayan genç kuşaklara da yol gösterecektir.[8]
Çoğu mübadil çocukları olan yazarlarımızın yazdığı, sizlerin de okuduğunuzu düşündüğüm, atalarının anılarını, öykülerini, romanlarını biliyoruz. Yine de burada birkaç yapıtın, yazarın adını anmak istiyorum: Örneğin birinci kuşak mübadiller ile çocuklarıyla yaptığı röportajlarıyla ünlü, Tuzlalı bir gazeteci ağabeyimiz, İskender Özsoy’un[9] yapıtlarını okumanızı öneririm. Yine Denizli Honaz’dan mübadeleyle Yunanistan’a giden bir Rum ailenin, gelinlik kızlarının çeyizini komşularına emanet bırakmalarının öyküsünü anlatan Kemal Yalçın’ın Emanet Çeyiz[10] romanını da okumanızı özellikle isterim. Anadolu’nun birçok ilinde yaşayan mübadillerin öykülerini anlatan onlarca öykü kitabının, romanın, inceleme nitelikli yapıtların, artık günümüzde bir “Mübadele Kitaplığı” oluşturacak sayıya ulaştıklarını görüyoruz.
Bu bilgilerden sonra, yaşamları, uzun serüvenlerden sonra bir mübadil kenti olan Turgutlu’da birleşen, burada uzun yıllar yaşayan iki ailenin, Hürmüz-Şehâbeddin Sevinçli ile Merdiye-Nusret Taşyürek’in yaşamöykülerini, elimdeki belgeler eşliğinde anlatmak istiyorum. Önce Mübadele Sözleşmesine göre düzenlenen, 4 / 10 Mart 1924 günlü belgelerle İzmir’e, oradan da iskân kavgaları içinde, Çeşme’den Karaburun’un Denizgiren köyüne, adeta sürgün gibi “iskân edilen”, yerleştirilen Hürmüz - Şehâbeddin Sevinçli ailesini tanıtacağım.
** Dedem Yûnus Oğlu Şehâbeddin ile Babaannem Mahmut Kızı Hürmüz’ün
Mübadele Sözleşmesiyle Anadolu’ya Gelişleri
Sizlere sunacağım bilgileri, 2016 yılında, Ankara’da, Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Cumhuriyet Arşivi’nden edindim. Bugün Mübadele Sözleşmesi’yle Anadolu’ya gelen hemen bütün mübadillerin kayıtları, belgeleri bu arşivde duruyor. Peki, bu belgeler neleri içeriyor? En önemlisi, göç ettikleri yurtlarında, kentlerinde, kasabalarında, köylerinde sahip oldukları, Mübadele Antlaşmasıyla o ülkeye / devlete bıraktıkları mallarını, varlıklarını gösterir bir liste var: Tasfiye Taleb-nâmesi. Mal varlıklarını, ev, bağ, bahçe, tarla, hayvan sayısını gösterir bir belge bu! Anadolu’da iskân / yerleşme, yurt edinme haklarının, paylarının da garantisi olan bir belge. Bir de sadece, Selanik’ten İzmir’e, gemiyle gidişlerinde geçerli, “pasaport” var. Şimdi, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü / Cumhuriyet Arşivi’nden, Mübadil dosyala-rından edindiğim belgelerden, önce pasaportu, sonra da “Tasfiye Taleb-nâmesi”ni görelim:
Ümmî olan dedemin, Fransızca - Türkçe yazılı pasaportunda şu bilgiler yer alıyor:
[Resim-1] Formule No 3 / Formül Numero 3
Brouillon / Suret
Port d’entrée / Duhûl Limanı: Smyrne
Arrivée avant le / ….Tarihinden evvel muvâsalat :….
Nom et prénom de l’émigrant / Muhâcirin isim ve pederinin ismi:
Chéhabéddin Younous.
No d’enregistrement / Kayıt Numarası: A-11952.
Hommes / Erkek: 2
Femmes / Kadın:1
Enfants / Çocuk: 4
Total des personnes / Yekûn nüfus: 7 - sept.
Date / Tarih: 4 Mart 1924.
Ücretli seyahat (Damgayla)
Fransızca Mübadele Komisyonunun Mühürü:
Commission Mixte / Sous Commission / Pour L’echance Des Populations / Greecques Et Turques / Premiere / (Karma Komisyon / Alt Komisyon / Türkler ile Yunanlıların Nüfuslarının Değişimi İçin / Birinci (olarak). /
[Resim-2] Tasfiye Taleb-nâmesi, tümüyle Türkçe:
Kayıt tarihi: 10 Mart 1924
Kayıt Numerosu:11068
İhtâr: Ashâb-ı mürâcaatın yanlış veya mübâlagalı beyân-nâme i‘tâ etmemesi ve aksi hâlin kendi zararını mûcib olacağını ihtâr olunur.
Tasfiye Taleb-nâmesi:
Zîrde vâzı‘-ül-imzâ 30 Kânûn-i sânî 1923 tarihli Mübâdele Mukavele-nâmesi mucibince âtîde irâe olunan emvâl-i menkûle ve gayr-i menkûlenin Muhtelit Mübâdele Komisyonu ma‘rifetiyle menâfi‘me muvafık sûretde tasfiye edilmesini ricâ ederim.
Müsted‘înin Hüviyyeti:
İsim ve Pederinin İsmi: Şehâbeddîn bin Yûnus
Memleketi:
Livâsı: Selânik
Kazası: Karaferye
Şehri: Ağustos Nahiyesi
Karyesi: Câmi‘ Mahallesi
El-Yevm Sâkin Bulunduğu Mahal:
El-yevm Kireçköy yolunda çadırlarda
Livâsı: -
Kazası:
Şehri: -
Karyesi: -
San‘atı: Zürrâ‘, kokolcu, bağcı.
Bu belgeleri, “Hîn-i hareketinizdeki emvâli-nizin vaziyetine dâir âtîdeki cedvel mûcibince tafsilât veriniz” başlıklı A cedveli izliyor. Bu cedvelde, “fevkânî, üç odalı bir evin” yanında, “dut, incir, ceviz ağaçlarının olduğu 4 bahçe, yonca, buğday, arpa, çavdar, mısır, susam ektikleri 5 tarla, 2 bağ ile bir kestanelik, toplam 14 parça mal” bildirimi var. Bu bildirimde, tarlaların, bağların bulunduğu yerler ile büyüklükleri, evlek ve dönüm olarak yazılırken “müteveffa pederimden intikal” eden bu malların “altın Türk lirası hesabıyla” takdir edilen toplam değeri de 1020 lira.
Belgeler, “B cedveli”yle, “Müsted‘înin terk eylediği emvâl-i menkûle” sayfasıyla sürüyor.
Bu sayfada, dedemiz Şehâbeddîn bin Yûnus, “yatak, yorgan, mutfak eşyası bakır parçalar ile buğday, arpa, mısır, soğan, ceviz, yonca, saman” vb. ürünü ayrıldıkları evlerinde bıraktığını açıklıyor. Bu bilgileri, “Müsâdere edilen emvâlin beyânı” sayfası izliyor. A ve B cetvellerindeki mallara, ürünlere el konulduğu bu tutanakla da onaylanıyor.
Selanik’in Yunanistan’a geçişinden sonra Türklerin / Müslümanların el konulan mallarının olup olmadığını gösteren, “18 Teşrîn-i evvel [Ekim] 1912 tarihinden beri istimlâk edilmiş olan emlâk” listesi sayfası boş. Sayfanın sonunda, “Mahal-i Tanzîm” ile “Müsted‘înin İmzâ veyâ Mührü” başlıkla-rının yanında, “Selânik, 26 Şubat 1339 [1923]” yazılı. Bir de Tasfiye Taleb-nâmesi’ni düzenleyen üyelerden birinin yazısıyla dedemim adı, Şehâbeddin Yûnus yazılmış, imza yerine de parmak izi basılmış.
Dedem Şehabettin ile babaannem Hürmüz, Selânik ili Karaferye ilçesi Ağustos kasabasının Câmi Mahallesinden çıkıp (!) Selanik limanına geldiklerinde yanlarında çocukları Fehime, Kadir ve Remzi ile birlikte babaannemin babası Mahmut, ayrıca dedemin kız kardeşi Leyla Hala varmış.
Babaannemin anlatımıyla, babam Mustafa Sevinçli, Selanik’te, liman yolunda, çadırlarda doğmuş. Selanik’in soğuğunda, ateşte ısıtılan oluklu kiremit üstünde yaşama tutunmuş… Karaburun’un, küçük bir Rum balıkçı köyü olan Denizgiren köyüne de uzun tartışmalardan, kavgalardan sonra iskân edilmişler, daha doğrusu sürgün edilmişler.
Dedem Yûnus oğlu Şehabettin’in ailesinin çoğunluğu, denizi ilk kez Selanik’te görmüşler. Yaşamları boyu Ağustos kasabasının ortasından akan Arap Deresindeki balıkları tanıyan, Yûnus oğlu Şehâbeddin ailesi, Ağustos’ta tarlalarını, bahçelerini işlerken evlerinin alt katında üç beş koyunu, inekleri, öküzleri, atları olan ayrıca ipekböceği de yetiştirip koza işleyen tam bir çiftçi ailesi. Anadolu’da, İzmir ilinin Karaburun ilçesinin bir balıkçı köyüne, Denizgiren’e iskân edilince de köyün yamacında, yeniden onardıkları, denize bakan evlerinde, sırtlarını denize çevirip bildikleri işi yapmışlar, koyun, keçi beslemişler. Babam, her gün Denizgiren’den yürüyerek Küçükbahçe köyündeki gitmiş. Üç sınıflı ilkokulu bitirince de aile, 1934-1936 arasında, Ağustos’a, Karaferye’ye benzettikleri Turgutlu’ya göçmüşler.
Yıllar yılı hep amcalarımın, halalarımın adeta efsaneleştirerek anlattıkları aile öykülerini dinleyerek büyüdüm. Memlekette ne kadar zengindiler, ne kadar tarlaları, ne kadar öküzümüz, atımız vardı, hangi tarla orman gibi olan ceviz bahçesine yakındı, hepsini ezbere biliyordum. Ancak hiçbirisi, aile tarihimize ışık tutacak tek bir belgeyi ortaya koyamadılar…
Karaferye’de Büyük Parkta
Ben, 2009 yılına değin bu öyküleri dinledim. 2009 yılının yazında, eşim, oğlum, gelinim, ortanca kız kardeşim, eşi ve iki kızıyla Atina’dan Selanik’e geçtik. Selanik’te dinlendikten sonra ertesi sabah hiç oyalanmadan, ver elini “memleket” yoluna.
İlk durağımız Karaferye idi. Bu yeşillikler denizi olan Karaferye’de, büyük parkta, koca bir çınarın altında oturan yaşlılara, kendimi, bilgiçliğimle, Fransızca tanıtıp Türkiye’den / İzmir’den geldiğimi, dedemin, nenemin memleketini gezmek görmek istediğimi söyleyince, en az üç dört kişinin birden, “Gel bre çocuk, gel hele, Türkçe söyle” seslenişlerini, bana yardımcı olması için Kastamonu / Mudanya kökenli Vasil’i çağırtmalarını, Vasil’in gezimizdeki yardımlarını, yatalak annesinin, “öğrenemedim şu gâvurun dilini” deyişini, sürekli Türkçe konuşup türküler “çığırdığını” anlatışını, yine eşimle kız kardeşimin, Selanik’te bindikleri takside konuşurlarken şoförün, Türkçe, “siz nerelisiniz, nereden geldiniz” diye sorup sohbet edişiyle bizimkilerin şaşkınlıklarını unutamıyoruz.
Karaferye’de, Vasil’in aracılığıyla Anadolu’dan gelmiş, bizlere dostluk gösteren nice güzel insanla tanıştık. Kenti gezdik. Yerel bir tarihçi dost, 1922 sonrası Selanik ve çevresindeki yaşamı özetledi. Özellikle II. Dünya Savaşı’nda, Nazi Almanyasının Yunanistan’ı işgali, yakıp yıkılan kentleri, kasabaları, yaşanan acıları, binlerce mübadilin yeni yurtlarını savunurken öldüklerini anlattı. Anadolu’da yaşanan “büyük felaket”ten sonra Yunanistan’da savaşların, acıların bitmediğini, Alman işgalinin acılarına Yunan İçsavaşı’nın acılarının eklendiğini aktardı. Resmi kurumlarda, örneğin Belediyelerde, nüfus müdürlüklerinde ailemizin izlerini içeren belge bulabilir miyiz diye sordukça, elinizde ne varsa, kendinizi şanslı sayın, mutlu olun yanıtlarını aldık. Bu gerçekle, Ağustos’a (Naoussa) gidince bir kez daha yüzleştik.
Karaferye’de Türklerin yoğun olarak yaşadıkları bölgedeki evlerin çoğu hâlâ kullanılıyor. Restore edilmiş kimi camilerin, devlet dairelerinin yanında Osmanlı’dan kalan Kadı Sicil Defterleri’nin korunduğu bir kütüphane - müze karşımıza çıktı. Osmanlı, savaşlarla, antlaşmalarla geri çekilirken devlet dairelerindeki belgelerin büyük bir bölümünü, İstanbul’a getirmiştir. Ancak 1912 yılında Selanik’in bir kurşun bile atılmadan Yunanlılara teslimi sürecinde bu bölgede yazılı epey belgenin kaldığını biliyoruz. Müze kütüphanesinin yöneticileri, Osmanlıca bildiğimi öğrenince, hemen dolaplardan koca koca defterleri önüme koydular. Osmanlı’nın hukuk dilinin okunup çözülmesinin özel bir uzmanlık gerektirdiğini, Osmanlıca bilmemin bir işe yaramayacağını, Türkçenin Osmanlıca içinde nasıl kaybolduğunu dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım… Bayan müdür, “sizden her gelen böyle söylüyor” deyince de gülüştük!
Ağustos [ Naoussa] Nahiyesine / İlçesine Gidişimiz
Ertesi günün sabahında, oğlumla Karaferye’den Ağustos’a gitmek üzere yola koyulduk. İlk hedef, Ağustos / Naoussa Belediyesi. Yine kendimizi tanıtıp 1924’e değin bu kentte yaşayan atalarımızdan bir iz, yazılı bir belge bulabilir miyiz diye karşımıza çıkan belediye görevlisiyle konuşuyoruz. Karaferye’deki yerel tarihçi dost gibi olmasa da Belediye’deki gençten, kentin II. Dünya Savaşı’nda Alman işgalini yaşadığını, bombalanan kentin neredeyse tümüyle yandığını, nüfus, vergi, tapu vb. kayıt belgelerinin yok olduğunu, uzun dönem kimlik bilgilerini oluşturmada zorluklar yaşadıklarını, eski kentin dokusunun bütünüyle değiştiğini, belediye önündeki meydanda sağlam kalan saat kulesinin dışında çok az eski evin kaldığını öğrendik. Saat kulesi gerçekten çok gösterişli. Alınlığında, 1895 yılında hem Türkçe hem Yunanca yapılış öyküsü yazılı.
(Saat Kulesi Fotoğrafı…)
Yunanistan’ın bağımsızlık yolunda, Osmanlı’ya başkaldırışı yıllarında, 1822’de, Ağustos’ta, bağımsızlık istekleriyle gerçekleştirilen bir isyan, Ağustos / Naoussa tarihinde önemli bir yer tutuyor! Kentte, kendilerini Arapista’ya [Arap Deresi] atarak intihar eden kadınlar anısına dikilen bir heykel dikkat çekiyor.
Babaannemin ve büyük amcamın anlattıklarından kasabanın ortasından geçen, deli dolu akan Arap Deresi’ni gezdik. Bir Arap Deresi de Karaferye’de karşımıza çıktı. Haritalarda, yol / yer tabelalarında Latin harfleriyle “Arap Deresi” yazılı. Bizim gibi Yunanistan da yıllardır Osmanlının izlerini silmek için büyük bir uğraş veriyor. Bu iş o kadar kolay değil, 500-600 yılın izleri hemen silinmiyor…
Ağustos / Naoussa, ülkemizde bugün pek bilinmiyor, ancak Balkanların en büyük kayak merkezi Ağustos’ta. Yine Ağustos, Aristoteles Okulu’yla bütün dünyada biliniyor. Makedonya devletinin kurucusu Kral Filip, oğlu İskender’e ders vermesi için ünlü filozof Aristoteles’i öğretmen olarak seçer. Ağustos’ta, Arap Deresi’nin bir ucunda, kayalıklardaki mağara odalarıyla bilinen Aristoteles Okulu’nda, prens İskender’e Aristo ders verir. Bu okulun hemen bitişiğinde bugün Aristo Müzesi var!
Ağustos’ta küçük, şirin, eski bir evi, etnografya müzesi olarak düzenlemişler. Müzeyi gezdik, Anadolu insanımızın kullandığı benzerlikteki giyim kuşamdan dokuma tezgâhlarına, dönemin silahlarından mutfak araç gereçlerine, içini donatmışlar. Kuzey Yunanistan, Ağustos ile Karaferye, kestane ağaçlarıyla, sebze ve meyve bahçeleriyle kuşatılmış. Bu bölge Yunanistan’ın tam bir meyve ve sebze deposu. Doğal olarak da en yeşil bölgesi, yeşilliğiyle de çok güzel!
Sonuçta, Ağustos’ta, aile tarihimize ilişkin bir kâğıt parçası, bir belge bulamadan döndük! ... Bu eksikliğimizin en önemli nedeninin, eğitim, öğretim olanağından yoksun kalmış atalarımız olduğunu hepimiz biliyoruz!
** Recep Kızı Merdiye’nin Kaçgunluk Öyküleri
Şimdi de sizlere, Anadolu’ya büyük babamlardan önce gelen annemin babasının ve annesinin, gerçek birer macera kahramanı olan Nusret Çavuş ile Hurşide kızı Merdiye’nin yaşamöykülerinden küçük bir kesiti anlatacağım… Ben iki dedemi de tanımadım. Yûnus Şehabettin dedem 1939 yılında, Nusret dedem de 1946 yılında Turgutlu’da ölmüşler.
Annemin, Taşyürek ailesinin öyküsünü, daha çok anneannemden ve annemden dinledim. Nusret dedemin ve ailesinin Girit’ten Anadolu’ya, Turgutlu’ya nasıl geldikleri bilmiyoruz… Anneannem ise, yaşamöykülerini anlatırken hep aynı tümceyi kullanırdı: “Biz Girit’teki isyanlardan sonra gemiyle Aydın’a geldik. Pasaport iskelesinde üç ay kadar çadırlarda kaldık…”
Bu iki tümcenin ardından yaşananlar büyük acıları da beraberinde getiriyor. Burada kısaca Osmanlı’nın Girit’e ilgisini anımsayalım: Osmanlı Girit’i çok geç feth etmiştir. Görünüşte bu küçük ada, Venediklilerin önemli bir askeri ve ticari üssüdür. 1645-1669 arasında uzun süren savaşlardan sonra egemenliğimize geçer.[11]
1645 yılından Girit’i Yunanistan’a bağlamak için 1897’de isyan eden ada Rumları, Türklere / Müslümanlara saldırırlar. Yangınlar, ölümler, yerinden yurdundan edilenler, kurtuluşu Anadolu’ya gitmekte ararlar. Hızla çökmekte olan Osmanlı imparatorluğu Girit’e müdahale edecek güce sahip değildir. Adada taraflar arasında sözde barışı sağlamak için güç bulunduran dönemin büyük devletlerinin, özellikle İngiltere’nin Rum yönetimini desteklemesi, çok hızlı bir göçü de beraberinde getirir…
Anneannemin, yedi sekiz yaşlarından izler taşıyan, “Biz Girit’teki isyanlardan sonra gemiyle Aydın’a geldik. Pasaport iskelesinde üç ay kadar çadırlarda kaldık…” tümceleri, 1899 (?) Şubat’ının İzmir’ini anlatır. Osmanlı mülki yapısı içinde İzmir, Aydın Vilâyeti’nin merkezidir. Girit’teki isyanlardan, acılardan, ölümlerden kaçan 150 kişilik bir grup içinde büyük dede Recep, eşi Hurşide, kızı Merdiye, oğulları İbrahim, İsmail ve Kamil, yokluğun, yoksulluğun, çaresizliğin içinde üç ay çadırlarda kalırlar. Gemilerle Girit’ten gelen muhacirleri karşılayan İzmirliler, doğrusu bu göçlere artık alışmıştır. Girid Muhtâcîn-i İslâmiyye İâne Komisyonu’nun öncülüğünde yapılan yardımlarla yaşamaya çalışan göçmenler bir an önce yerleştirilmeyi beklerken Osmanlı yönetimi, gelenleri, parça parça Anadolu’nun değişik kentlerine yerleştirmeye başlar. İşte bu süreçte, “Memâlik-i Osmâniyye’de toprak mı yok deyip”, Giritli Recep Ağa’nın ailesinin içlerinde olduğu bir grubu, yerleşim için, o günlerde Osmanlı toprağı olan Libya’ya, Bingazi’ye gönderirler.
Buraya değin anlattıklarımın çoğunu, dönemin İstanbul, İzmir gazeteleri de aktarıyor. Ancak ne anneannemin, ne dedem Nusret Çavuş’un, Girit’in hangi kentinden ya da köyünden olduklarına ilişkin hiçbir somut bilgimiz yok. Nüfus kayıtlarına ilişkin bilgileri yansıtan kimi belgelerde doğum yerleri Kandiye yazıyor. Bu yıllarda Girit’ten gelenlerin hemen hepsi Kandiyeli… Bu belirsizliğin nedenini hepimiz biliyoruz artık… Cahil, eğitimsiz kuşaklar çocuklarına yaşamlarını anlatsalar da geçmiş bir kuşak sonra unutuluyor, özünde anlatılanlar değişiyor, karışıyor, bozuluyor, yok oluyor. Bugün “sözün uçtuğunu, yazının kaldığını” biliyoruz !..