Tarih Haber Girişi : 08 Mayıs 2021 15:59

1874 Yılının İzmir’inden Günümüze Destanlar, Destancılar, Âşıklar

1874 Yılının İzmir’inden Günümüze  Destanlar, Destancılar, Âşıklar

1874 Yılının İzmir’inden Günümüze

Destanlar, Destancılar, Âşıklar [1]

 Şiir Yazarı Şair Geldi

 1980’li yılları yaşayıp da İzmir körfez vapurlarında, üzerinde “şiir yazarı şair”[2] yazılı bond çantasıyla, elvan kâğıda basılmış, “hediyesi takdirinize kalmıştır” açıklamalı destanlarını dağıtan, “Manisa Kırkağaçlı Şair Muharrem Coşkun”u tanımayan İzmirli, Egeli [hatta Istanbullu, Ankaralı] yok gibidir... Çocukluk günlerimden kalan “destancı, destancı geldi” seslenişini, bugün silik bir iz olarak anımsarken artık sokaklarda, kahvelerde destancı bulmak olanaksız. Hele destanlarını, kahve duvarlarına asan destancıların varlığı, günümüzde ancak bir düşülkesinde tasarlanabilir... Çünkü iletişim çağı, “sürekli devrimleri” yaşıyor! Ancak iletişim, üç dört yılda bir, yolunu şaşırarak köylerine uğrayan hacı adaylarının anlattıklarıyla “dünyayı öğrenen”, Refik Halit Karay’ın “Bozeşek” öyküsündeki köylülerin dünyası kadar  da sıcak değil!...

 Sözün  kısası, “Güzel senin ne de güzel halin var / Sinende açmış çifte çifte gonca gülün var / Bülbülden şiveli tatlı dilin var / Şive midir bülbül müdür nedir sen söyle”  diye sevgisini, sevgilisini bizlere hiç zorlanmadan, yalınlıkla anlatan “şiir yazarı şair” Muharrem Coşkun’un destanının dizeleri, bugün kimimizin hoşuna gitse de artık şiir beğenimizin çok uzağında. Dahası, cep telefonlarımız ile bilgisayarlarımızdaki sanal belleklerinde çoğalan, hızla tüketilerek yok olan aşk sözleriyle/kalıplarıyla dolu iletilerle hiç yarışamıyor! Görüyoruz, iletişim çağı, “sürekli devrimleri”  yaşıyor!

 Bugün, kültür tarihimizi araştırırken, elvan kâğıda basılmış, hediyesi takdirimize kalmış “Güzel Dediğin Senin Gibi Olmalı” başlıklı, Muharrem Coşkun’un destanı, insanımızın sıcaklığını taşıyor ve belge değerini koruyor!  Çünkü geçmişi merak eden bizler, atala-rımızın bıraktıkları çizgiden, resimden, freskten, heykelden, minyatürden, haritadan, gravürden, yazıdan, yazmadan, dokumadan, baskıdan, nakıştan, fotoğraftan, afişten vb., kısacası  geçmişi yansıtan bütün görsel  belgelerden, “insanlık” tarihimizi okuyoruz. Duyuyorum, soruyorsunuz. Kültür tarihimizin belgeleri, korunuyor mu? Maddi kültü-rümüzü yaşatabilecek miyiz? Kültür tarihimizi kimler mi okuyor? Örneğin, İzmir’in kültür tarihini, koruyarak yarına, Türkçe konuşan yazan torunlarımıza iletilebilecek miyiz? Bildiğim, siz korkmayın, iletişim çağındayız, “sürekli devrimleri” yaşıyoruz!...

 “Makâm-ı Birâderim Mehmed Efendi’ye”

1874 yılının İzmir’den Bir Mektup

 “Makâm-ı Birâderim Mehmed Efendi,

 13 Rebî-ül-evvel sene 91 [30 Nisan 1874, Perşembe] târîhlü tahrîrât-ı vâlâlarının mütâlaa-yi meâl-i ihsâs-iştimâli / müstelzim-i sürûr ve inbisât-ı derûn-ı vefâ-meşhûn-ı âcizi olarak / temennâ-yı efzâyiş-i ikbâl ve âfiyetleri tekrâr kılınmış olmağla / muharreren ifâde-yi memnûniyyetle istimrâr-ı teveccühât-ı fuâdiye(t)leri siyâkında tehzîz-i / hâme-yi muvâhâta ibtidâr  kılındı. / 15 Rebî-ül-âhır sene 91 [1 Haziran 1874, Pazartesi]

                                                                                            Arzuhâlci Mehmed Sâdık

                                                                                           (Mühür: Mehmed Sâdık) / İzmir”

                                                                                       

Evet, iletişim çağında, “sürekli devrimleri” yaşamasına yaşıyoruz da İbâdî’nin, sarı elvan kâğıda basılı, ”Dünyanın Fitne-kâr Hâli Destânı”nın üstüne yazdığı, 1 Haziran 1874 günlü bu kısacık mektubuyla, kardeşinin 30 Nisan 1874 günlü mektubuna yanıt verirken Arzuhalci Mehmed Sadık, ne diyor, ne anlatıyor? Önce mektuptaki Türkçe sözcükleri sayın ve şimdi de gelin, bu dili anlamaya çalışalım !.. Duygularını Osmanlıca, zincirleme tamlamalarla anlatan Mehmet Sadık’ın tümcelerini, günümüz Türkçesine aktarırken, hemen bütün Osmanlıca metinlerde olduğu gibi, burada da zorlandığımızı vurgula-malıyım. Arapça, Farsça sözcüklerin/tamlamaların oluşturdukları eğretilemelerin/ mecazların [metafor] çokluğu, en doğru anlamı aktarmada bize oldukça güçlük çıkarıyor. Biz yine de cesaret kalemini elimize alalım, Sadık Bey’in kardeşine yazdıklarını anlamca çözmeye çalışalım:

 “30 Nisan 1874 tarihli değerli mektubunuzu okuyup duyumsattığı anlamını kavrayınca, yarattığı sevinçle, bağlılık duygusunun verdiği gönül ferahlığını arayan, isteyen biri olarak ben,  esenliğimin, mutluluğumun tekrar çoğaldığını büyük bir sevinçle yazarken gönlümdeki sevginin bitimsiz sürdüğünü aktarmada kardeşlik kaleminin titreyişlerini çabuklukla görevlendirdim.

1 Haziran 1874, Pazartesi, Arzuhâlci Mehmed Sadık.” 

 İzmir’den, Gördes’teki(-?-) “Birâderi Mehmed Efendi”yeüstüne yazdığı kısa mektubuyla, Dünyânın Fitne-kâr Hâli Destânı”nı yollayan Arzuhalci Mehmed Sadık kimdir? Doğrusu bilmiyorum... Osmanlı hukuk düzeni içinde, İzmir’de, 1874 yılında Türk asıllı avukat [muhâmî] aramanın güçlüğü yanında arzuhalcilerin, dava vekillerinin varlığını düşünüp bilgiler bulmak da bugün o denli zor!...[3] Örneğin İzmir’in,  gayr-i müslim ve müslüman-Türk ilk arzuhalcisi, ilk dava vekili kim? İlk müslüman-Türk avukatı kim? Adıyla, sanıyla, diplomasıyla, sözün kısası belgesiyle, bu soruların yanıtlarını bilen var mı? Osmanlı / İzmir basın tarihinin ilk gazetecisi, Alexandre Blacque’ın Fransa kökenli bir avukat olduğunu biliyoruz.[4] Yine adını, hem Namık Kemal’in mektuplarından hem de Mehmet Salim Bey ile birlikte yayımladıkları, örneği günümüze ulaşmayan(?) İntibâh gazetesinden öğrendiğimiz, Ermeni milletinden Corci Bubli de döneminin tanınmış avukatıdır.[5] Midilli Mutasarrıfı Namık Kemal’in diş tedavisi gerekçesiyle İzmir’e gelince, evinde misafir kaldığı, mason locası başkanı Corci Bubli[6]… Yine İzmir basının ilk şehidi, Hizmet (1886) ve Ahenk (1895) gazetelerinin yaratıcılarından Tevfik Nevzat da avukattır. İzmir’de çıkan gazetelerde,  yıllıklarda /almanaklarda, ticaret rehberlerinde,  İzmirli arzuhalcilerin, dava vekillerinin, avukatların fotoğraflı duyurula-rını da okuyoruz. Sorumun yanıtının bulunması dileğimle sözümüzü, İzmir’de Mizân-ül-Hukuk (21 Ekim 1908-22 Nisan 1911) adında bir hukuk gazetesi /dergisi yayımlayan, basınımızın da önemli bir adı olan Bekir Behlül Bey’e bağlayıp kendisinin İzmir Barosu’nun ilk başkanı olduğunu belirtelim[7]

Çalgılı Kahvehâneler

 Antik çağların halklarının tarihlerine ışık tutan mitolojik öyküleri,  dilimizde destan sözcüğüyle adlandırıyoruz. İlyada’dan Manas’a, Kalevala’dan Ramayana’ya vb. örneklerle yakından bildiğimiz bu destanların çoğu anonimdir. Destan türünün / sözcüğünün Türkçemizdeki yolculuğu divan edebiyatından halk edebiyatına farklı yollar izler. Örneğin şimdi okuyacağınız destan, Türk halk şiirinin daha çok XIX. yy’da ortaya çıkmış bir örneğidir. Özellikle Tanzimat süreciyle birlikte değişmeye başlayan Osmanlı toplumsal yapısı içinde, büyük kentlerde açılan çalgılı / semai kahvehanelerinde, Karagöz gösterileri yanında, öyküler anlatan meddahlar, ince saz takımlarının fasıl dinletileri, kahvelerin müşterilerini çoğaltırken yazdıkları destanları, manileri saz eşliğinde okuyan, “değişen dünya düzeninden şikâyet eden” âşıklar da kendilerine bir köşede yer bulurlar. XX. yüzyıl başlarında, dönemin bir tanığı olarak Refi Cevad Ulunay, bize İstanbul’daki çalgılı kahvehaneleri şöyle anlatır:   

 “Ramazanlarda Sarıgüzel, Yeşiltulumba, Aksaray, Çeşmemeydanı gibi semtlerde “çalgılı kahve” yahut “semai kahveleri” denen bir takım halk edebiyatı konservatuvarları açılırdı; bunları Tavukpazarının âşıklar kahvelerile mukayese etmemeli; onlar büsbütün ayrıdır.

Semai kahvelerinin  (mizansen)leri şöyledir: Kahvenin önündeki meydancık yahut sed, kazıklar üzerine oturtulmuş; çardaklara, ağaçlara asılmış fenerler, lüks lâmbalarile giindüz gibi aydınlıktır.

Ayrıca zincir şeklinde birbirine geçirilmiş renkli kâğıtlar, allı yeşilli kâğıt fenerlerle süslüdür; ortada yüksekçe bir yer hazırlanır, buraya kıranatacı, çiftenaracı ve darbukacı oturacaktır; çalgılı kahvelerde zurna olmaz; kıranatanın kıvrak nağmesi lazımdır.

İstanbul’un yakın uzak semtlerinden hafızasına ve intikaldeki süratine güvenenler buralara gelip birbirlerile müsabaka ederler.

Çalgılı kahvelerde semai, mani, koşma, divan, destan okunur: ortaya atılan ayağa göre manisini yetiştiremiyen mağlûp sayılır. Bu mağlûbiyet de her zaman kolay kolay sineye çekilmez. Bazan sandalye muhabbetine kadar gider.

 Çalgılı kahvelerin, saz şairlerinin biraz daha zarifleşmiş bir şekli olduğunu zannediyorum. Okunan koşmalarda, divanlarda Yozgatlı Ceyhun Babanın, Serverî mahlâsını alan Bursalı Dikran Babanian, Bayburdlu Zihni’nin tesiri hissolunur. Mesela Serverî'nin şu güzel koşmasına bakın:

 Hüsne mağrûr olma ey yüzü mâhım

Niceler bu tavr ü revişden geçdi.

Sana kâr etmedi te’sîr-i âhım

Tîr-i aşkım kûh-ı Keşiş’den geçdi.

 Çalgılı kahve arı kovanı gibi işler…….Eğer semai ile başlanacaksa çalgı ona göre bir ara nağmesi  tutturur; karar verir, o zaman kahvenin “çığırtkan” tâbir edilen okuyucusu bir başlangıç söyler: çığırtkan oranın mubassırı gibidir; münakaşaları bile o idare eder.

Çığırtkandan sonra okuyucunun arkadaşları:

- Haydi... Başla derler.

 Fakat o, hal kesmekle meşguldür: bir iki öksürür, iki dişinin arasından en kuvvetli vaporizatörleri geride bırakacak bir meharetle bir tükürük vızlatır: yazma çevresi ile ağzını siler, sol koltuğunu rahatsız eder gibi görünen saldırmayı kimseye çaktırmadan yerleştirir.

Çalgı, ara nağmesini bir daha, bir daha, bir daha tekrar eder. Nihayet okuyucu başlar:

 Efendim şu, nasîbim bû!

Tecelli taksirat yâ hû!

Felek kurnaz, yedir doymaz

İçir kanmaz, nedir yâhû?

Bundan sonra asıl semai okunur:

Gönül iklîm-i sevdâya cefâkâriyle sürgündür

Cefâkâr yâri terk etmek benimçin sanma mümkündür.

Esası şövalyeliğe dayanan bu kabadayı terbiyesinin eski Harbiye ve Askerî Tıbbiye mekteplerinde çok taraftarları vardı. En meşhur okuyucular şunlardı: Haddehaneli Yusuf, Tophaneli Zil İzzet, “Bengi” mahlâsiyle söyliyen bugün memleketin maruf bir doktoru…..”[8]

İşte daha çok İstanbul’daki bu kahvelerde yetişen, kabadayıların serüvenlerinden cinayet kahramanlarına, aşklarına karşılık bulamayıp kara sevdaya düşenlere, çaresiz illetlerden ölenlere, insanoğlunun bitmeyen dertlerini  dile getiren destanları, elvan kâğıtlara bastırıp kentlerin en merkezi yerlerinde, sokaklarda, meyhanelerde, kahvehanelerde, ya bir makama uyarak ya da bağırarak satan,  destancılığı bir meslek olarak yapan satıcılar, âşıklar, varlıklarını, bizim kuşağın tanıklığıyla, 1980’lerin sonuna değin sürdürürler. [9]    

İbâdî’nin “Dünyânın Fitne-kâr Hâli Destânı”

Sanayi devriminin en çok etkilediği liman kentlerinden biri olan İzmir’e akın eden buharlı gemilerin gücüyle genişleyen ticaret dünyasıyla bir Avrupa kenti olan İzmir’imize, 1874 yılında, “Dünyânın Fitne-kâr Hâli Destânı”yla merhaba diyen İbâdî’nin şimdi peşine takılalım ve bu güzel kentte yaşanan hangi değişimlerden şikâyetçi oluşuna da birlikte tanıklık edelim.

 1874 yılının İzmir’inde, 150 yıl önce diyelim, okuyarak sattıkları destanlarından para kazanan âşıkları hiç duyanınız, bileniniz var mı? Duvarlarına destanlarını astıkları âşık kahvehaneleri İzmir’de var mıydı? Varsa, acaba neredeydi? Namazgâh’da mı, Tilkilik’de mi? Ermeni mahallesinde, “aşug”ların da gittikleri bir kahvehane var mıydı? Arzuhalci Mehmed Sadık, bu destanı nerede satın aldı? Yoksa bu âşıklar, destancılar, İstanbul’dan mı geliyorlardı? “Bakdınız mı karındaş nihâyet noldu / Kahveler gazino zemâne doldu / Hepsi çatal bıçağa tebdîl oldu / Dama tavla iskanbil kumara kaldı” diyen destancıyı dinleyerek Punta’yı, Frenk Mahallesi’ni görerek dünyayı tanıyan, köyden kente gelip şaşıran âşıklar... İlginçtir, ezberindeki şiirini, bastırıp satan âşık İbâdî’nin destanı, nerede, hangi matbaada basıldı acaba? Üzerinde basımevi adı yok! 1874 yılında, İbâdî’nin söyleyiş biçimlerini, “Anadolu lisânını”  koruyarak destanını, İzmir’de acaba kim dizip basmış olabilir? İzmir’in ilk Türkçe gazeteleri, (resmî) Aydın (Temmuz - 1869) ile (özel) Devir (Eylül - 1872) gazetelerini basan Vilâyet Matbaası mı? Yoksa İzmir’in ilk özel basımevi olan “Hafız Nuri Efendi’nin Matbaası”nda, “Tevfik Efendi’nin dest-gâhında tab’ ve temsîl olunmuş” mudur? Bu dönemde Karidi Efendi’nin İzmirni gazetesinin/matbaasının dışında, İzmirli “gayr-i müslimlerin” basımevlerinde Türkçe “hurûfât”ın olmadığını biliyoruz[10]. Yoksa İstanbul’da basılan destanı, İzmir’e, bir destan satıcısı mı getirdi? Destanı dikkatle okuyunca, biraz mürekkep yalamış olan âşığın hem dil bilgisi düzeyiyle şiiri baskıya hazırlayan dizgicinin Osmanlıca yazıma ilişkin bilgi eksiklerini / yanlışlıklarını, hem de baskıda çıkmayan, düşen harf eksikliklerini görüyoruz.

Peki, Âşık İbâdî’yi tanıyor muyuz? Doğrusu bu âşığın/destancının adını bulmak,  bilmek, pek de kolay iş değil!... Belki bir gün, bir başka destanı karşımıza çıkar, bize nereli olduğunu, neler yaptığını bir cönkte anlatır! Bildiğim, günümüze ulaşan örnekleri içinde oldukça eski tarihli bir destan İbâdî’ninki. Bir dostumun armağanı olan Divân-ı Kuddûsî’nin[11] içinde bulduğum, 31 dörtlükten oluşan destanında, “Bak ki şimdi ömrün geçmesün beyhûde / İlerüki devri ararsan unud / İbtidâ Hakk  sonra icrâ-yı ümîd / Hünkâr Abdülaziz Sultan’a kaldı” diyerek sultanına bağlılığını eksik etmeyen İbâdî’nin, âşıkların, çağlarının önemli bir iletişimcisi olduklarını görüyoruz: “Azdan çok anlasun ehl-i ârifân / Zirâ vasfımızda kaldı noksân / Bu hâle düşdü ki bu halk-i cihân / Sezâ olub böyle destâna kaldı” diyerek 1874 yılının İzmir’inden bize ulaşıp  seslenmeyi başarması bizim için çok değerli:

Dünyânın Fitne-kâr Hâli Destânı

 [1] Dinnesün yârânlar sâdıklar beni   (6+5=11)  [-I. Sütun-E.S.]

İşimiz bir kuru lisâna kaldı

Vasf edeyim dünyâ yüzün hâlini

Zîrâ felek kasdı bir câna kaldı

 [2] Evvelâ temelden bozuldu dünyâ

Hiç kimseye bulmayalım bahâne

Bir kerre kılsana seyr [ü] temâşâ

Göresün ne âhir zamâna kaldı

 [3] Şöyle kaba yüzdür dalmayım derin

Hep târîhler doldu kitâblar emrin

Birden bire felek takdı zençirin

Aklımız fikrimiz ziyâna kaldı

 [4] Başladı gönüller zâr ü figâna

Gün be gün fenâlık basdı ziyâde

Ne bir kalb-i sâdık ne asil-zâde

Ne bir pîr-i azîz merdâne kaldı

[5] Bakarım ki olmuş cem’an fakîr

Çok âdem kahrından ser sefîl yatır

Kimseden kimseye kalmamış hâtır

Meydân menkûr fâsid olana kaldı

 [6] Kalkmış ara yerden meyl-i muhabbet

Evini yıkmağa ederler gayret

Büyükden küçükden kalkdı inâyet

Bütün ikrâm sabî sıbyâna kaldı

 [7] Kimi anasından pederinden kalmış

Kimi de kazanmış kimi de çalmış

Kimi ni’met almaz işrete dalmış

Akçe kazanacak meyhâne kaldı

 [8] Merhamet yok kimse bakmaz ednâya

Âlem düşmüş nefs-i mekrûh zinâya

İ‘tibâr münâfık kalb-i fenâya

Aklı fikri meyl-i şeytâna kaldı

[9] Ne kâr var ne kesb var ortalık kesâd

Eşimden dostumdan kesdi imdâd

Doğru söylemeye kalmadı üstâd

Cihân devri yalan dolana kaldı

 [10] Çok dürlü esnâfın beli büküldü

Âh vâh etmekden ömrü söküldü

Yaş yerine gözden billûr (-?-) döküldü

Ağladıkça Allah figâna kaldı

 [11] Tatlı cândan geçüb âlem usandı   [-II. Sütun-E.S.]

Derd üstünden geldi hicrân uyandı

Birden yüze yüzden bine dayandı

Hayli bî-çâreler dermâna kaldı

 [12] Kırıldı feleğin çarh-ı akrebi

Kapandı istirâc(-?-) [istihrâc]  burc-ı kevkebi

Çoğu terk eylemiş dîn-i mezhebi

Herkes istediği imâna kaldı

 [13] Kimi kıza âşık hem oğlan taşır

Akran bilmez çocuk ile konuşur

Başdan çıkarayım deyü savaşır

İşte ra‘beb (-?-) [rebâb] böyle yârâna kaldı

 [14] Bir kac ahbâb bir olub da gezerler

Kahve meyhâneyi mesken ederler

İçüb birbirini gâib ederler

Başlayub ararlar ne yana kaldı

[15] Def’aden buluşub kol kola katar

Başdan fesi düşer ayağı kayar

Kimi kadeh kırar kimi cam kırar

İskemle sandalye kaçana (-?-) kaldı

[16] Elhâsıl kalmadı hîç bir aklı tâm

Bu dünyânın işi ölmüşe -r-(-?-) hengâm

Ancak bir kıyâfet bir süs bir ahkâm

Bir çalımdan başka daha ne kaldı

[17] Giyinüb kuşanub nâzenim libâs

Sanırsın vezîrin evlâdıdır hâs

Cebde ah bir mülevvez(-?-) [mülevves] yapışsa (-?-) halâs

Kuru bir saltanat ünvâna kaldı

[18] Bir gün gezdim çarşuların etrâfın

Kuyumcu bâzergân gerek sarrâfın

Nereye gitdimse kız oğlan lâfın

Bir güzeller sözün daha ne kaldı

[19] Bakdınız mı karındaş nihâyet noldu

Kahveler gazino zemâne doldu

Hepsi çatal bıçağa tebdîl oldu

Dama tavla iskanbil kumara kaldı

[20] Câhil var sûretde gösterir kâmil

Cihân endâmına aldanma ey dil

Her kim ki verdi ise sevdâya meyl

Yandı aşk nârından pervâne kaldı

[21] Neden apdal terk eyledi dünyâyı  [-III. Sütun-E.S.]

Leylâ der iken Mecnûn oldu mevlâyı

Ferhâd Şirin içün yardı kayayı

Kerem yandı Aslı sûzâne kaldı

[22] Sâlat câhile değil nasihat [e]fendim

İhtiyâr genc ednâ â’lâ ve yetim

Ben de çok güzele çok meyl verdim

Sonra bir ayrılık nişâne kaldı

[23] Bir takım gezerler her gün boş tenbel

Nereye gitseler tutmazlar temel

Hudûd olsan yine yetişir ecel

Sor ki dünyâ kangı şâhâne kaldı

[24] Okumuşlar bile durmuşlar geri

Doğruluk gâib oldu hîle-yi şer’î

Âsitâne (-?-)  söyle râhatca yeri

Yumşacık mezâristâna kaldı

[25] Ba’zı kebîrler var hîc yüzü gülmez

Ahbâbın gördükde hîc selâm vermez

Dehrin dönmesine korkma çok sürmez

Binikiyüzdoksanüçüne kaldı

[26]