TarihHaber Girişi : 04 Mayıs 2025 21:27

100 YIL VE SONRASI

100 YIL VE SONRASI

100 YIL VE SONRASI

Haluk IŞIK

 İşgal edilmesiyle direniş ateşlerini tutuşturan, kurtuluşuyla yepyeni bir ülkenin kuruluş yolunu açan kenttir İzmir. 8500 yıllık geçmişe sahip bir kentin geçtiğimiz yüzyıla damgasını vuran öyküsü, kısaca budur. Tümce şöyle de yazılabilirdi: söz konusu olan, 8400 yıla eklenen ve Türkiye Cumhuriyeti’nin çok özel kentlerinden birinin son 100 yılıdır. Bu belirleme İzmir’in kimliğini, kişiliğini, bugününü ve yarınını algılama, yorumlama ve güzergâh çizme olanağı verir. Bunun için bize kof hamasetten, bilgi fukarası böbürlenmelerden ya da çıktığı yumurtayı beğenmeyen liboş boyalı civciv hallerinden ötede, geniş, derin ve yüksek bir bakış açısı gerekir.

               8400 yıllık baş döndürücü olaylardan, kişilerden, değişim ve dönüşümlerden, yazılı-yazısız öykülerden evrile devrile, 100 yıl önce Türkiye Cumhuriyetinin ve değerlerinin simgesine dönüşen bir kentten söz ediyoruz. Bu birikimlerin biri bile ihmal edilemez, yok sayılamaz, bugün savunduğumuzu sandığımız değerlere-ölçütlere uyuyor ya da uymuyor diye etiketlenemez. Bunun öteki adı doğanın, toplumun, insanın ve kurduğu hayatın diyalektiğine ihanet, yaşanmışlıklara saygısızlık, bugüne ve geleceğe dair öngörüsüzlüktür. Bu suçlar kentleri dondurur, çürütür ve nihayet hazin sonun gelişini hızlandırır. Pompei’ler, yalnızca “Etna’nın Öfkesi” gibi doğal afetler nedeniyle tarihten silinip gitmemiştir. Söylence odur ki Etna, çoğu şeyi hazır bulmuştu. Son noktayı koymaktan başka bir iş yapmadı.İster yazgısal deyip kestirip atın, ister bilimsel açıklamalardan çıkarım ve öngörüler oluşturun, kentlerin ve ülkelerin çöküşü, nihayet yok olup gitmesi, biraz da o ülkelere ve kentlere karşı işlenen suçlar ve işbirlikçiler yüzündendir. Üzgünüm ama bu suç listesi, ülkesine ve kentine kayıtsız ve duyarsız, sorumluluk duygusundan yoksun, günübirlik kazanımlarla yetinen, yalnızca şikâyet etmenin lüksünü doyasıya yaşayan sakinlerinden başlar.

               “100. Yıl” gibi dönüm noktaları önemlidir. “9 Eylül, İzmir’in Kurtuluşu” gibi tarihsel bir olayı işaret ediyorsa, bu önem katlanarak büyür. Düşünmek ve içselleştirmek gerekir ki, kuşağımız bu yıl dönümünü yaşama şansına ve onuruna sahiptir. 200. Yılı kutlamak ve benzeri onuru yaşamak, 100 yıl sonraki kuşağa ait olacaktır. Şimdi tarihin, coğrafyanın ve insanın yaratıp bağışladığı bu güzelliği doyasıya, gereğince ve bu onura yakışır biçimde kutlamalı ve bir yıla yaymayı başarmalıyız. Bunun bir “hak ediş bedeli” olduğunuda akıldan çıkarmamalıyız. Çünkü 200. Yılda bizden, “100. Yılı yaşama şansına sahip kuşaklar” diye söz edecek olanlar, hiç kuşku duymayalım ki bu şansı nasıl değerlendirdiğimizi de göz önünde tutacak, yaptıklarımız-yapmadıklarımız-yapamadıklarımız adına hepimizi tarihin kantarına çıkaracaktır. Sözün özü, 2122 kuşağı ve onların İzmir’i bugünden gözümüze bakıyor.

               Bu durumu –çok kirletilmiş ve kötü çağrışımlarla donatılmış haliyle kullanmıyorum- bir “fırsat”a çevirmek ve bir “çalışma listesi” oluşturmak gerekiyor. Pek çok değerli kalemden işin tarihsel, askeri, ekonomik, toplumsal neden-sonuç ilişkileri vb. boyutu hakkında yazılar okuyacaksınız, söz duyacaksınız. Yinelemeye düşmemek için bu alanlara girmeyecek, bu kenti “Sevgilim İzmir” diyecek kadar seven ve çok güçlü aidiyet duygularıyla üretmeye çalışan biri olarak, gelecek adına ne yapılmalıdır sorusuna yanıt aramaya çalışacağım.

               9 Eylül ve sonrası, yalnızca bir savunma ve direnme başarısını anlatmaz. Var olanı korumayı değil, tam tersi çürümüş ve çökmüş olanın yerine, devrimsel bir sürecin ardından yepyeni bir ülke, yaşam ve gelecek tahayyülü yaratmayı da anlatır. Bu destansı sürecin kahramanları, kurtuluştan sonra kuruluş için kolları sıvamış, ekonomik, kültürel, kurumsal ve sosyal yapıyı belirleyecek düşünsel ve eylemsel bir sürecin kapılarını açmak için uğraşmışlardır. Paha biçilemez bir süreçten söz etmeye çalışıyorum. Bu mucizeyi küçümseyenleri çöpe atmak ve “Yüzyılda bir yetişen ve bize ‘nasip’ olan dahi” Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile yol arkadaşı atalarımızı saygı ve minnetle anmak, anlamak ve anlatmak gerekir. Küçümseyenlerin, “Şöyle yapılsaydı, bak ama bu da eksik kaldı, öyleydi böyleydi” lafazanlığıyla hiçlemeye kalkanların, öncelikle her olgu, olay, kavram ve eylemin yaşandığı dönemle ve o dönemin koşullarını unutmadan değerlendirileceğini bilmesi gerekir. 100 yıl sonra bile bunu düşünmekten aciz olanlarla yitirilecek zaman yoktur. Bu kadar lafı bile hak etmiyorlar ve bizim daha ciddi işlerimiz var.

               Bu öykü, çağdaş, demokratik, laik, özgür ve bağımsız bir ülkeyi ve kulluktan yurttaşlığa, ümmetten topluma evrilen, bunun bilinciyle bilime, akla, düşünceye, sanata, eğitime, kısaca “insan” gibi yaşamanın erdemine inanan ve saygı duyup koruyan bireyleri işaret eder. 9 Eylül’ün ve Türkiye Cumhuriyeti’nin 100 yılı, ancak bu gerçeklikle doğru okunabilir ve bizi çetin bir muhasebeyle baş başa bırakır.Bunun için yurtseverlikle donatılmış, sütre gerisinde sızlanmayı ve konjonktür kurnazlığını reddeden, çağdaş, demokratik, laik ve devrimci bir dünya görüşüne ihtiyacımız var.

               Bu muhasebenin ilk maddesi bellidir: böyle bir öykünün mirasçıları olan bizler,o günden bugüne ne yaptık ve yapamadık ki, bugün her açıdan sorunlu, tartışmalı, yıpratıcı bir ülkemiz, kentlerimiz, bireysel ve toplumsal bir yapımız var? Çok iddialı ve abartılı bir soru olduğunu düşünenlerin, bir önceki paragrafı okumalarını ve işaret edilen kavram ve değerlerle bugünü ve kendilerini oranlamalarını tavsiye ederim. İnsanlık bahçesine yepyeni bir çiçek olarak sunulan ülkemizin, hayatın hemen her alanında dünya liglerindeki durumuna da bir göz atmakta da sonsuz yarar vardır. Gerçekçi çözümlerin ilk koşulu, gerçeği görme cesaretidir.

               Geçenlerde “bizimİzmir” dergisinde, sevgili Aylin Akdoğan’ın sorularını yanıtlarken, İzmir’i “değerlendirilmeyi ve işlenmeyi bekleyen eşsiz bir mücevher” olarak tanımlamıştım. Bu mücevher ihmallerin, zamanında davranmamanın, gündelik oyalanmalara kurban giden öngörüsüzlük ve plansızlığın, kalıpların ve koşullanmışlıkların altında, kendini unutturmuştur. Çizmeye çalıştığım çerçeve içinde, şu tanımlamaya ben de katılıyorum: “İzmir, kendini saklayan bir kenttir.” Onu saklandığı yerden çıkarıp, ulusal bir onur, evrensel bir değer, yaşayanların gurur duyacağı bir güzelliğe dönüştürmek… Bu bir irade, refleks, birikim, akılcı ve bilimsel yaklaşım, kamusal çıkar, doğru strateji ve kaynak kullanım sorunudur. Disiplinler arası planlanma ve uygulama gerektirir. Elbette bunun olmazsa olmazı, bu harika kente karşı beslenecek, sevgi ve saygı temeli üstünde yükselecek aidiyet duygusudur.

               İşte o zaman, örneğin metro Basmane’de yüzeye çıktığında suratımıza çarpan kent manzarasına başka gözle bakacak, bu perişanlığın bizi harekete geçirmesini sağlayacağız. Oralarda bir yerlerde hem mitoloji, hem kent hafızası adına duran Halkapınar Gölüne ne olduğunu merak edeceğiz. Homeros’un doğduğu bir kentte yaşadığımızı anımsayacak, deresinin, mağarasının ne halde olduğunu, bu dünya edebiyat devinin neden kent meydanında bir yontusunun olmadığını soracağız. Devamında “Uluslararası Homeros Araştırmaları Enstitüsü” gibi bir kurumsallaşmanın, orada yapılacak buluşmaların İzmir’e nasıl bir görünürlük ve çok yönlü katkılar sağlayabileceğini düşünmeye geçeceğiz. Bir deniz kenti olan, tarihini onunla yazan İzmir’de, ulusal tarihimizin ilk amirali olan Çaka Bey’den yola çıkarak oluşturulmuş ve tarihin her çağını kucaklayan, yaşayan-yaşatan bir deniz müzesinin neden olmadığını soracağız örneğin. Soracağız ki, İnciraltı’ndaki birkaç askeri deniz aracıyla oluşturulan ve varlığını-öyküsünü hissettiremeyen müzenin bu işe yetmediğini önce biz anlayalım. “Akdeniz’in Yıldızı” olma iddiasının dillendirildiği bir kent, Akdeniz’le bu bağlamda buluşmadan bu mertebeyi nasıl yakalayabilir, haksız mıyım? Yolcu vapurları, limana gelip giden ticari gemiler ve bir de imbatı ve bir türlü giderilemeyen kokusu olmasa, kentliler için bir su birikintisinden öteye geçmeyen, yaşam kültürleri içinde yer veremedikleri körfez, anlatamadığı öyküleriyle hüzünlüdür bana göre. Geçenlerde belediye otobüsüyle İkiçeşmelik yokuşunu tırmanırken, bir hemşerimizin dediklerinin yaşattığı hüzündür anlatmak istediğim. Agora’nın yanından geçiyordu otobüs. Hemşerimiz yanındakine şöyle diyordu: “Ne bitmez inşaatmış! Bir de Kadifekale’ye kadar ne yapacaklarsa, yıktılar ettiler her şeyi!” “Bak hemşerim, burası inşaat değil, senin tarihindir. Orası da İzmir için “1000 yılın olayı”dır. Dünyada içinde antik tiyatro olan ender kentlerden birine sahipsin. Yeniden kavuşacağın için sevinmelisin. Yakınmamalı, onur duymalısın!” Diyebilir miydim, algılanıp onay görebilir miydim dersiniz?

               Örneğin, geçmişe saygıyla ve ‘Yurtta Barış, Dünyada Barış’ temasıyla oluşturulmuş bir 9 Eylül Müzemiz, aynı duruşla kent meydanında bir 9 Eylül anıtımız yoksa ve bu bir eksiklik olarak görülmüyorsa,sizce de bir sorunumuz yok mu?

               Soru ve sorunlarla yazıyı ve okuru daha fazla yormak istemem. Yoksa yüzlerce sayfa tutacağını, kendine, kentine ve geleceğe karşı saygı ve sorumluluk duyan herkes çok iyi bilir. 9 Eylülümüzün 100. yılını “törensellikten” eylemselliğe” nasıl dönüştürebiliriz? En yakıcı soru, vurgulamaya çalıştığım “ilgili, bilgili” ve “farkında” olmak koşuluyla, bu olmalıdır.

               İzmir, elbette gezegende tek başına dün-bugün-yarın adına dönmüyor. Ülkemizin yaşadığı her şeyden, devletinden kurumlarına genel işleyişten, egemen siyasetin kimlik ve kişiliğinden, ülke ekonomisinden, basınından, hukukundan sporuna her tür ahvalinden etkileniyor. Cumhuriyetin temel ilkelerinin aşındırılmasından rant hırsının doğayı, kentleri ve insani değerleri katletme aç gözlülüğüne, kültür ve sanatın çölleştirilmesinden eğitimin perişanlığına ve bütün bunların sonunda vasatlığın, şiddetin, cehaletin, bağnazlığın yaşama musallat olmasına ne yaşıyorsak, İzmir de etkileniyor kuşkusuz. Amacım olumsuz bir tablo çizip, ortasına bağdaş kurup karalar bağlamak değil ama bugerçeği de unutmamak gerekiyor. Keşke parlak sözler, marşlar şarkılar, afili şiirler ve içi doldurulmamış kent güzellemeleri, bu gerçeği düzeltmeye yetebilseydi.

               Adı İzmir olan mücevherin üstündeki tozları gidermek ve onu ihmal ve ertelemelerden kurtarmak, yalnızca bu kente ve içinde yaşayanlar için değil, ülke ve yeryüzü için de acil bir görevdir. 9 Eylül’ün 100. Yılı bu bağlamda harika bir fırsattır, ıskalanmamalıdır. Cumhuriyet öncesinin binlerce yıllık harika birikimleriyle, Cumhuriyet sonrasının kazanımlarını İzmir özelinde gün ışığına çıkarmak, her şeyden önce kent ve kentlilik bilincini tazeleyecek, öte yandan demokrasi kültürünün geliştirilmesindentoplumsal sorunların giderilmesine esin, güç ve cesaret verecektir. Tarih bizimle başlamadı ve bizimle bitmeyecek. Tersini savunmak ne kadar hazin bir yaklaşımsa, bugünkü işlere dair sıklıkla okuyup işittiğimiz “ilk”, “birinci”, “en büyük”, “nihayet” böbürlenmelerinin altında yatan geç kalmışlığı düşünememek de o kadar hazin ve trajikomiktir. İşin bir de, geçmişi sıfırlama, geçmişte yapılanlar ve başarılanlar hakkında kesif cehalet ve popülizmle bu işlerin halledileceğine ve geçiştirileceğine inanma faslı vardır.

               1.Türkiye İktisat Kongresinden Tariş başta olmak üzere işçi sınıfının örgütlenme ve mücadelesine eklediği sayfalara, Müslüman Türk kadınının tiyatro sahnesine ilk çıkışından ülkenin ilk uluslararası fuarına ev sahipliği yapmasına, İzmir’in “öncü kent” kimliğini bilmeden ya da anımsamadan olmaz. Başta Büyükşehir Belediyesi olmak üzere,  tüm yerel yönetimlerin “Kent Okur Yazarlığı” üstüne odaklanmaları ne güzel bir başlangıç olurdu. Dillerin, dinlerin, kültürlerin harman yeri olarak kendine özgü bir kimliğe ve kişiliğe sahip olan İzmir’de böyle bir çalışma yapmak, içinde yaşayanlardaki aidiyet duygusunu güçlendirecek, kent ve kentlilik bilincini yükseltecek, kente karşı işlenen suçlarda topyekûn bir itiraz oluşturacak, kentin kültürel ve sanatsal niteliklerini yükseltecektir. Bu çabanın ekonomiden toplumsal gelişmeye, İzmir’e ve ülkemize neler kazandıracağını bilmek için, herhalde çok fazla zekâya ve bilgiye ihtiyaç yoktur. Tarihsel birikimden coğrafi güzelliğe, inanç çeşitliliğinden yeme-içme kültürüne, bir kent yaşayanlarına ve paylaşacak olanlara daha ne versin?

               Bütün bunları yalnızca “ithal” çözümlerle sağlayamayız. Bu yöntemle yetinmenin nelere yol açtığını görmek için, ülke tarımından sporuna, düşünsel-bilimsel birikiminden uluslararası saygınlığına şöyle bir bakmak yeter. Bir kentin kimliği, ona özgü kültürel birikimle ve bu birikimin hayatın her alanına ve ne kadar yansıdığıyla ölçülür ve sorgulanır. Kuşkusuz içine kapanık yaşamak bir kenti çürütür. Yalnızca dışardan gelenle yetinmek ya da ona bel bağlamak ise kimliksizleştirir. Dışardan geleni –hele ki dayatılanı- göğüsleyecek ve onunla zenginleşecek bir iradeniz, duruşunuz ve üretiminiz yoksa geçmiş olsun. Böyle olmasını istemiyorsak ilk koşul, kentin potansiyeline saygı duymak, göz ardı ederek kalbini kırmamak, dışardan gelen her “Harput’ta Bir Amerikalı”yı alkışlarken, kentin değerlerine “beşinci sınıf muamelesini” reva görmemek, kısaca kendi ayağına kurşun sıkmamaktır. Yineleyeyim de, düşünce zaptiyelerinin kaşları çatılmasın. Bütün bunları kent şovenizmi ya da mikro milliyetçilik adına söylemediğimi, yazıp eylediklerimize aşina olanlar çok iyi bilir. Söylenmek istenen şudur: kendimize ve kentimize saygımız sorunluysa, değerlerimizi yalnızlaştırıyorsak, potansiyelimizi onurlandırmıyor ve gelişmesini dert edinmiyorsak, kaş yapayım derken göz çıkarıyorsak, bir yerini düzelteyim derken her yerini dağıtıyorsak, başkasından nasıl saygı bekleyebiliriz ki?

               Orhan Beşikçi’den İlhan Pınar’a harika kent gözlemcileri, Engin Berber’den Emel Kayın’a, Efdal Sevinçli’den Serdar Şahinkaya’ya akademik emekçiler, Bilge Umar’dan Ekrem Akurgal’a dev adlar bu kentin hafızasını diri tutmak, sakladığı mücevherleri ortaya çıkarmak için çalıştılar, çalışıyorlar. Yetmez, kentin harap ve bitap duruma düşmemesi için çığlık atıyorlar, bu kentin kütüphanesine her gün armağanlar sunuyorlar. Birini eksik bıraksak hayatın, emeğin, hatırını yüreği incinir. Hepsini yazamadığım için bağışlasınlar. Soru şimdi şudur: geçmişten bugüne bu uğurda ter döken emekçiler ile verimlerini kentle-kentliyle buluşturma ve yararlanma kalibremiz nedir?

               İzmir’e bir hikâye yazmak, marka kente dönüştürmek, çekim merkezi yapmak… Bunları kim istemez? Ama kentin kadim hikâyesini bilmeden, o hikâyeler yazılamaz. Tarih boyunca neden ve nasıl markalaştığını, bir çekim merkez olarak nasıl kendine özgü bir kimlik ve kişilik oluşturduğunu bilmeden, bu haklı düşlere hayatta karşılık bulunamaz.

               9 Eylülümüzün 100. Yılını doyasıya kutlamak kadar, İzmir’de doğmanın ya da yaşamanın, “İzmirli” olmanın, aşını yemenin, aşkını yaşamanın, sunduklarına karşılık vermenin bir hak ediş sorunu olduğunu bilmek, anlamak ve anlatmak gerekiyor. Üstünde ancak bir kere yaşayacağımız yeryüzünde, şahane bir ülkemiz, eşsiz bir kentimiz var. Gidenlerden emanet, geleceğe sorumlulukla bırakılacak değerli bir mirastır. Yazımın bunları anımsatmasını dilerim. Sevgilime adadığım şiirimle, 9 Eylül’ümüzü ve sizleri selamlıyorum:

 

               Söz Yetmez

 

               Sen “9 Eylül” dersin iki kelime

               Ben değişen yazgı anlarım

               Özgürlük anlarım bağımsızlık

               Sen “İzmir” dersin iki hece

               Ben sevinçten ağlarım

 

              

 

Tarihin başı mı dönmüş

               Şimşek hızıyla geldiklerinde

               Şaşırmış mı toprak

               Ayakları yere basmayan atlar geçerken

               Önce deniz mi görmüş

               Kavruk yüzlü neferleri

               Bugün 9 Eylül

               Tam sırasıdır canlandırmanın hatıraları

 

               Sen “9 Eylül” dersin iki kelime

               Ben onurlu bir halk anlarım

               Rüzgârın çevirdiği sayfa anlarım

               Sen “İzmir” dertsin iki hece

               Ben sevinçten ağlarım