Felsefe Haber Girişi : 08 Mayıs 2021 16:09

AHLAKSIZ ÇAĞDA AHLAKLI YAŞAMA SANATI

AHLAKSIZ ÇAĞDA AHLAKLI YAŞAMA SANATI

AHLAKSIZ ÇAĞDA AHLAKLI YAŞAMA SANATI

                                                    Prof.Dr. Doğan Göçmen

 

Bilim ve insan ilişkisi söz konusu olduğunda aklımıza hemen Jean-Jacques Rousseau’nun bilimler ve sanatlar üzerine olan ünlü denemesi gelir. Bilimlerin ve sanatların yeniden kuruluşu ahlak açısından ilerletici mi olmuştur yoksa yıkıcı mı? Rousseau, ünlü Bilimler Üzerine Söylev başlığıyla kısaltılan denemesinde bilimleri ve sanatları ilkesel bir eleştiriye tabi tutmuştur. Burada elbette sanat kavramını Rousseau’nun kullandığı en geniş anlamda, insanın saf doğal olanı değiştirdiğine sanat denmesi anlamında almak gerekir, çünkü bugün yaygın olarak yapılan ‘sanat’ ve ‘zanaat’ ayrımı yenidir. Nazım Hikmet, şairliği hala zanaat olarak tanımlamaktadır örneğin. Bilimler ve sanat insanlık uygarlığını mümkün kılmıştır. Kültürün ve uygarlığın yaratılması insanın olanaklarını ve kapasitesini tahmin bile edilemeyecek bir şekilde geliştirmiştir. Eş deyişle kültürün yaratılması insanın ilkesel olarak bilinçli bir şekilde ahlaklı bir yaşam sürmesinin koşullarını oluşturmuştur. İnsanın kalıcı ahlaki bir düzen ve değerler arayışı içine girmesi başka türlü düşünülemezdi. Fakat diğer taraftan aynı gelişme insanlığın içinde bulunduğu ve her bakımdan ahlakî çürüme olarak tanımlanması gereken durumun oluşması da yine bilimlerin ve sanatın gelişmesi ve bunların sonucu olan kültürün yaratılması  sonucu olmuştur. Bu nedenle çağımızın ünlü Alman filozoflarından Otfried Höffe, Modernliğin Bedeli adlı kitabında, Rousseau’ya da işaret ederek, modernliği yeniden sorguladığımız bugünlerde bilimlerin statüsünü de yeniden sorgulamamız gerektiğine işaret etmiştir.

Bilimlerin Kullanımı ve Kötüye Kullanımı

Modern toplumun kuruluşundan beri kuşkusuz en başa oturttuğumuz bilimlerin ürettiği ürünlerinin kullanıldığı nice savaşlar olmuştur; bu savaşlarda gör kaç yüz milyon, gör kaç bin milyon insanın hayatı elinden alınmıştır. Uygarlık tarihinde savaşsız geçen dönemler birer epizot gibi kısacıktır. Bugün bilimlerin ürünleri kullanılarak çok çeşitli sayısız kitlesel imha silahları yapılmıştır. Bu gelişmelerin ışığında, insanın dünyanın etkili politikacılarına, lütfen akan kanı durdurun, diye yalvarası geliyor. Bunun nafile olacağını biliyoruz, çünkü yalvarırsak, bunu yapanın ilk yapanın biz olmayacağımızı biliyoruz. Kant'ın Ebedi Barış adlı ütopya denemesinde kan dökmeye doymayan devlet büyüklerine ilişkin dile getirdiği öfkesini hatırlayalım. Fakat bu savaşların ve savaşlarda yaşanan katliamların hiçbirisinin bilimlerin asıl amacıyla hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır. Bilimlerin asıl amacı, insanlığın durumunu her bakımdan iyileştirmek ve ilerletmektir. Fakat ne yazık ki bunların hepsi bilimlerin araçları ve ürünleri kullanılarak yapılmıştır. Çevre kirliliği, doğanın tahribi, insandan kaynaklanan olumsuz iklim değişimi; bunların hepsi bilimlerin, sanatların ve zanaatların gelişmesi sonucu olmuştur. Eğer tüm bu çarpık gelişmeler bilimlerin ürünleri kullanılarak yapıldıysa, bu kullanıma ne demeli?  Bu kullanıma bilimlerin kötüye kullanımı demek daha doğru olacaktır elbette.

Jean Jacques Rousseau’ya Dönüş

Ahlaklı Olmanın Bir Önkoşulu

Bu gelişmelerin ışığında Höffe, Rousseau’nun bilimlerin ve sanatların yeniden inşasının insanlığın ahlaken ilerleyip ilerlemediğini konu alan denemesine geri dönmemiz gerektiğini ileri sürmüştür. Buna göre eğer bilimlerin yapısı, işlevi ve statüsü eleştirel bir şekilde yeniden gözden geçirilecekse, işe oradan başlanması gerekmektedir.

Özetle belirtecek olursak; Rousseau’nun söz konusu denemesi, bize ne diyordu? Oluşan uygarlık, eş deyişle ahlaklılığın tesis edilmesinin koşullarının oluşması bilimlerin ve sanatların eseridir, çünkü uygarlığa onlar yol gösterici olmuştur. İlk insanlar naif ve dürüst insanlardı, çünkü onları ilksel durumunda henüz mülkiyet ilişkilerinden kaynaklanan yalancı ve kurnaz, iki yüzlü ve güvenilmez olmalarını gerektiren bir durum bulunmamaktadır. Fakat buna karşın uygarlığının ve kültürün başlarında, insan, gelişmişlik düzeyi bakımından istese de ahlaklı olamazdı. İnsanın ahlaklı olabilmesi için, karşılık beklemeden diğerinin acısını ve mutluluğunu paylaşabilmesi ve hiçbir şey beklemeden diğerine yardım edebilmesi, diğerini amaç edinebilmesi gerektirmektedir. İnsanın bunu yapabilmesi için ise önce diğerinin ne halde olduğunu ve yardıma ihtiyacı olup olmadığını, yardıma ihtiyacı varsa, ihtiyacının ne olduğunu bilebilmesi gerekmektedir. Bunu ise insan ancak diğeriyle duygudaşlık veya empati kurabildiği oranda yapabilir –ki burada aslında kullanılması gereken doğru kavram “sempati” kavramıdır. Öyleyse Rouseau’ya göre insanların birbirleriyle az çok ahlaki ilişkiler kurabilmesinin öznel koşulu, insanların birbirleriyle duygudaşlık ilişkisi kurabilmesinin zihinsel koşulu olan empati/sempati yetilerinin gelişmesidir. İnsanın ancak maddi yaşam koşullarını iyileştirebildiği, kendisine ilişkin deneyimini kalıcı toplumsal ilişkiler çerçevesinde yapabildiği, kendisini az çok tanıyabildiği oranda mümkün olacaktır.

Tüm uğraşı yaşamını idame etmek olan ilk insanların ahlaklı yaşam üzerine düşünmesi mümkün değildir. Bu ancak insanın üretim kapasitesinin artması sonucu oluşacak olan boş zaman ile mümkün olabilmiştir. Bu bakımdan bugün ahlak felsefecilerinde yaygın bir şekilde ahlaklılığın koşullarının oluşmuş olması için gerekli olan ekonomik koşullara dair bir unutkanlık yaşandığını ileri sürmek pekala mümkün ve gereklidir. Fakat Aristoteles kavramın antik çağa has mümkün en kapsamlı anlamında felsefe yapmanın koşulunun boş zaman olduğuna dikkat çeker. Bir insan kendi yaşamını idame edecek üründen daha fazla üretmeye başlamasıyla ahlaklılığın tesisinin koşulları da oluşmaya başlamıştır. Ama bu aynı zamanda bilimlerin ve sanatların oluşmasının da koşuludur. Fakat oluşan zenginlik, ahlaklılığın, bilimlerin ve sanatların tesisi için gerekli koşulları oluştururken aynı zamanda kölelik ve vahşeti de getirmiştir. Önce kadının erkek tarafından sonra genel olarak insanın insan tarafından köleleştirilmesi, mülkiyet, hakimiyet yayılmacı savaşlar. Hepsi zenginliğin oluşmaya başlamasıyla başlamıştır. Peki, bu içinden çıkılması mümkünmüş gibi görünmeyen durumdan nasıl çıkılacaktır?

Ahlaklılığın Önkoşulu Olarak Fantezi ve Empati

Fakat insanın diğeriyle empati/sempati kurabilmesi için, fantezi veya tahayyül gücüne gereksinimi vardır –ki tahayyül gücü ilk insanlarda olmayan bir şeydir Rousseau’ya göre. Tahayyül gücünün oluşması uygarlığın bir katkısıdır. İnsanlar tahayyül güçlerini ancak zamanla emek ve üretim süreçleri geliştirebildikleri oranda elde edebilmişlerdir. Zira üretim, daha üretmeden üretileni zihinde tasarlayıp öngörmeyi şart koşmaktadır. Bu ise ancak bilimlerin ve sanatların gelişmesiyle mümkün olmuştur. Üretkenliğin artması, alet yapmadan düşünülemez. Alet yapmak ise ancak bilimsel çaba ile mümkündür. Bilimlerin ve sanatların gelişmesiyle insan her bakımdan gelişmiştir ve ahlaklı bir varlık olmanın maddi ve manevi önkoşullarını yaratmıştır.

Ne var ki, bilimlerin ve sanatların yaratmış olduğu kültür ve uygarlık hali, insanın, istese de ahlaklı olmasına müsaade etmemektedir. İlk insanlar, ahlaklı olmanın koşulları olmadığı için, isteseler de ahlaklı olamıyordu. Bilimlerin ve sanatların gelişmesiyle artan üretkenlik sayesinde gelişen uygarlık dolayısıyla insanların ahlaklı olmasının koşulları da oluşmuştur. Fakat bu sefer insanlar isteseler de, ahlaklı olmanın koşulları oluşmuş olmasına rağmen, ahlaklı olamamaktadır. Şimdi, alıp satma, değiş tokuş, para pul ve mülkiyet ilişkilerinden ibaret olan insan ilişkileri ahlaki olmaktan başka her şeydir; çıplak çıkar, güç ve iktidar ilişkilerini ölçü ve temel aldığı için kesinlikle ahlaki değildir. Halimiz kısaca bugün de budur. İnsanlık, Rousseau’nun zamanında olduğu gibi bugün de ahlaksızlık içinde debelenip durmaktadır. Kendi türdeşlerinin acısı karşısında mutluluk duyan başka bir varlık türü var mıdır acaba?

Ahlaksız Çağda Ahlaklı Kalmanın Bir Kıstası

Bu nedenle bugün bilimlerin anlamından çok bir bütün olarak bilimlerin gerekliliği tartışılır olmuştur. Bilimlerin, mantığın, yöntemin, hatta ahlakın gereksiz olduğu düşünülür olmuştur. Bunun karşısında bilimin asıl görevinin ve işlevinin insanlığın durumunun iyileştirilmesi ve ilerletilmesi olduğunu hatırlamak gerekmektedir. Bilimler bilgi üretir. Üretilen bilgi felsefe tarafından temellendirilir. Böylece üretkenliğin artması için gerekli olan teknolojinin yaratılmasının koşulları da yaratılmış olur. Üretkenliğin artması insanın özgürlüğünün koşulu olan özgürlük alanının yaratılması için olmazsa olmazdır. Karl Marx'ın zamanı insanın kendisini gerçekleştirdiği mekan olarak tanımlaması bu bakımdan son derece isabetlidir. Bu nedenle söz konusu iyileşme ve ilerleme ahlaklılığın kurulmasının da önkoşuludur. Rousseau'ya göre, mükemmelleştirme eğilimi, eş deyişle deneyimi ve bilgiyi biriktirerek, ürünü artırarak ve üretim kapasitesini geliştirerek yeni kuşaklara aktarma eğilimi bir varlık olarak yalnızca insana hastır. Bu nedenle her şeye rağmen felsefeden, mantıktan, bilimlerden, bilimsel anlayış ve bakıştan, sanatlardan ve zanaatlardan (eğer bu ayrımı kabul edersek) kesinlikle vazgeçemeyiz.

Bu durumda ahlaklılığı kurmak ve korumak, insan onuruna ve bilimlerin amacına uygun olarak yaşayabilmek için, ister günlük hayatımızda verdiğimiz kararlarda olsun, ister bilimciler ve felsefeciler olarak çalışırken olsun, bir çıkış olarak, çağdaş ahlak felsefecilerinden Bernard Williams’ın bir önerisini verimli kılabiliriz. Williams çeyrek yüzyıl önce yayınlanan Making Sense of Humanity (İnsanlığı Anlamlandırma) adlı kitabında insanların yapıp ettikleri için “ahlaken müsaade edilir” olma şartını getirmiştir. Fakat ahlaken neyin müsaade edilir, neyin müsaade edilmez olduğuna herkes kendisi karar verecektir. Buna göre, hangi bağlamda olursa olsun, ister bireysel ve özel alanda olsun, isterse toplumsal ve kamusal alanda olsun, yapıp ettiklerimizin ahlaken yapılabilir olması için, gündemde olan sorunları çözücü, durumu iyileştirici olma kıstasını yerine getirmesi gerekmektedir.

Öyleyse, hayatımızın hangi alanında olursa olsun, yapıp ettiklerimizin ahlaken savunulabilir olması için, her durumda yeniden sormamız gerekmektedir: ‘Verdiğim karar, gerçekleştirmek istediğim eylem, sorunu çözüyor mu?, durumu iyileştiriyor mu?’ Bu soruya olumlu yanıt verebildiğimiz oranda vermek istediğimiz karar ve gerçekleştirmek istediğimiz eylemin ahlaken az-çok savunulabilir olduğundan hareket edebiliriz. Eğer verdiğimiz karar durumun iyileştirilmesine en ufak bile olsa bir katkı sağlamıyorsa, davranışımızın ahlaken doğru olduğundan söz etmemiz mümkün değildir.

Williams'ın önerisi, fark edileceği gibi, bizlerin daha çok günlük davranışlarını ilgilendirmektedir. Fakat ahlaklılığın tesis edilmesinin önünde büyük toplumsal-yapısal engeller de vardır. Bunlar toplumsal tabakalaşmayı ve çıkar kavgalarını ilgilendiren, büyük toplumsal değişiklikleri şart koşan sorunlardır daha çok ve başka bir sistematik çalışmanın konusu yapılmalıdır.